ROMANLAR VE KALAYCI
Harmanlar kaldırıldıktan sonra göçebe bir yaşam sürdüren romanlar, yanlış anlaşılmasm aşağılamak için değil yörede anılan ismiyle çingeneler gelirlerdi köyümüze. Eşyaları eşek sırtında onlarca kalabalık aile. Çadır açar, tarlalarda kamp kurar, aylarca kalırlardı. Bayanları evleri tek tek gezerek tarak, küpe, yüzük, bilezik, boncuk, taç, iğne, iplik gibi eşyaları satar karşılığını tereyağı veya un olarak alırlardı. Erkekler ise birer sanatkârdı. Sepet örer, diş çeker, diş yaparlardı. Köylüler gümüş ve altın kaplama diş yaptırmak için birbirleriyle adeta yarışırlardı. Hijyensiz ve bütün olumsuz şartlar altında yapılan gümüş ve altın kaplamalı dişler kırılmadan, bozulmadan otuz kırk yıl gibi uzun zaman insanlarımızın ağzında parlar dururdu. Altın kaplamalı diş yapımını bitiren romanlar günü geldiğinde çadırlarını toplayarak başka köylere göç ederlerdi. Romanlar gittikten sonra arkasından kalaycılar gelirdi.
Kalaycının sırtında körüğü yanında çırağı vardı. Önü açık bir çardakta kurardı körüğünü. O zaman evlerde sadece bakır kaplar vardı. Köylüler bakır kap kacağını kalaylatmak için girerlerdi sıraya. Çırağın malzemeleri duvara çakılmış iki kazık, biraz kum ve bez parçalarından oluşurdu. Bir evde kazandan tabağa, bakraçtan kepçeye kaç parça kap varsa hepsi yere dizilir bunları inceleyen kalaycı tahmini bir ücret talep ederdi. Bunun yanında birkaç dal da odun isterdi. Odunlar ardıçtan olursa kalaycı daha memnun kalırdı. Çıra gibi yanan ardıcın o güzel kokusu bütün mahalleyi sarardı. Çırağın görevi ıslak bez ve kumla kapların içini ve dışını silerek ön temizlik yapmaktı. Bilhassa büyük kazanların içinde ayakta dik durup duvardaki kazıkları tutarak onlardan aldığı destekle poposunu bir sağa bir sola salladımı çırağı gören yaramaz çocuklar kahkahayı patlatır, bazıları gülmekten yerlere yatarlardı. İşte o zaman bundan rahatsız olan kalaycı hemen onları kalay çardağından uzaklaştırırdı.
Benim gibi sakin çocukları ise kolları ağaçtan, gövdesi deriden yapılma körüğün başına oturturdu. Kalaycının körüğü ile ateşi üflemek koltuklarımızı kabartırdı. Körük başında kendimizi büyümüş, değerli bir adam gibi hissediyorduk. Köylüler kalaycıyı evlerinde misafir eder, yedirir, içirir, haftalar sonra büyük paralarla evine gönderirlerdi. Yöremizde hırsızlık, soygun gibi nahoş şeyler olmadığı için kalaycı, korkusuzca köy köy gezerdi.
Evlerdeki kap kaçak ayna gibi parlatıldıktan sonra, önceden hazırlığını yapan komşularımız varsa, bunlar özel elçi gönderip sünnetçiyi davet ederlerdi. İşte o zaman çocuklar köyde saklanacak yer ararlardı. Sonunda maalesef bir elma, para veya renkli şekerlerle kandırılmış olarak kendilerini kirvelerinin kolları arasında bulurlardı. Çocukların korkmaları normaldi. Çünkü sünnet, ilkel yöntemlerle yapılan zor bir operasyondu. Teknoloji sayesinde bu gün kullanılan iğne ve ilaçla uyuşturma nerede? O yüzden şimdiki çocuklar çok şanslı…